29 Ekim 2012 Pazartesi

V FOR VENDETTA, 5 KASIM VE GUY FAWKES

"Remember, remember, the fifth of November!"

Anarşizmin kült filmlerinden olan V For Vendetta, bir anarşistin devlet terörü düzenini ortadan kaldırma çabalarını anlatmaktadır. Parlamento binasının havaya uçurulduğu sahnede Guy Fawkes ve 5 Kasım 1605'e atıfta bulunulur. Sanılanın aksine Fawkes, anarşist bir devrimci değil katolik bir demokrasi düşmanı idi. Filmde bu isim sadece senaryoyu süslemek için kullanılmıştır. Birçok kişi Guy Fawkes'ı yanlış tanımaktadır.

Guy Fawkes, 5 Kasım 1605 günü yapılmaya çalışılan parlamentoyu havaya uçurmaya eyleminin bir parçası olan Katolik bir askerdi. Eylemin düşünsel lideri bile olmamasına rağmen olay gecesi barut fıçıları ile yakalandığı için en çok öne çıkan isim olmuştur. Yakalanınca işkencelerden geçirilmiş ve idam edilmiştir. İngiltere'de her 5 Kasım Bonfire Day olarak kutlanır ve havai fişek gösterileri düzenlenir. Burada kutlanan şeyin tam olarak ne olduğu ise muallaktır. Kutlamalarda Fawkes maskeli figürler ateşe verilir. Filmdeki maske de ilhamını burdan almıştır. Guy Fawkes ise "tarihin en büyük vatan haini"dir.

Barut komplosu adı verilen bu olay hakkında çeşitli spekülasyonlar da vardır. Bunlardan biri Guy Fawkes'ın Katolik İspanyol devletinin bir ajanı olduğudur. Tarihin eski dönemlerinde yaşanmş çoğu olay gibi bunu da akademik bir gerçekliğe kavuşturmak zordur.

18 Haziran 2012 Pazartesi

ABDULLAH GÜL'ÜN GÖREV SÜRESİ: 7 YIL MI? 5 YIL MI?

2007 yılında yapılan referandum ile cumhurbaşkanını halkın seçtiği bir "yarı başkanlık sistemi"ne döndük. Bu anayasa değişikliğine göre cumhurbaşkanı için 5+5 yıl görev süresi belirlendi. Bunun anlamı; bir kere seçilen cumhurbaşkanı 5 yıl boyunca görev yapacak ve son bir kere daha aday olup bir 5 sene daha görev yapmasıdır.

Bilindiği gibi, o sıralarda cumhurbaşkanı seçimi bir kaosa dönüşmüş ve bu erken seçime yol açmıştı. Bunun üzerine AKP hükümeti, cumhurbaşkanını halkın seçeceği bir anayasa değişikliği paketi hazırladı ve bu da referanduma gitti. Referandumdan önce seçimler oldu ve MHP de meclise girdi. MHP cumhurbaşkanı seçimi için meclise gireceğini açıklayınca toplantı yeter sayısı tartışması da sona erdi ve AKP gümrükte oylanmasına başlanmış bir referanduma hukuki olmayan bir değişiklik yaptı. 11. cumhurbaşkanı seçimi bu yasa değişikliğine tabii olmayacaktı. Abdullah Gül, eski yasaya göre meclis tarafından seçildi. Yapılan bu son dakika değişikliği yeni bir tartışmayı başlattı: Abdullah Gül'ün görev süresi kaç yıl olacaktı?

Sabih Kanadoğlu, Abdullah Gül'ün görev süresinin 7 yıl olmasını anayasa değişikliği yapılması şartına bağlıyor ve şu anki haliyle görev süresinin 5 yıl olacağını savunuyor. Muhalefet partisi de bu yönde görüş bildirirken, iktidar partisi 7 yıl ve bir kere seçilme durumundan bahsediyor. Buna karşın en akli kararı Anayasa Mahkemesi raportörü verdi. Anayasa Mahkemesi raportörü, mevcut cumhurbaşkanının görev süresinin 7 yıl olduğunu ve 5 yıl için daha seçime girebileceğini belirten bir rapor yazdı. Belirtmekte fayda var. Bu rapor nihai bir karar değil ve Anayasa Mahkemesi'ne bir tavsiye niteliğinde.



Öncelikle Abdullah Gül 7 yıl için meclisce seçildi ve seçildikten sonra anayasa değişikliğine gidildi. Bu sorunu bir örnekle çözelim. Şu an bir anayasa değişikliğine gidilse ve görev süresi 1 yıldır dese Abdullah Gül'ün görev yaptığı süre iade mi edilecek? Tabii ki hayır. Kazanılmış hak anayasa hukuku için çok da güvenilir bir dayanak olmasa da burada geçerlidir. Buna karşın değişiklikler kişinin lehine ise bu uygulanır. Yani Abdullah Gül ikinci kere de seçime girebilir. Fakat mevcut yasa görev süresini 10 yıl olarak belirlemiş şayet ikinci kere seçilirse. Benim görüşüm, Abdullah Gül ikinci kere seçildiği takdirde görev süresini 10 yıla tamamlamalıdır. Bu da 3 yıla tekabül eder. Bu sorun ufak bir anayasa değişikliği ile de halledilebilir. Eğer Abdullah Gül 2. cumhurbaşkanlığı görevini 5 yıl yaparsa toplam görev süresi 12 yıl olur ki bu da ne yeni yasaya ne de eski yasaya uygundur. Bu şekilde yeni bir hukuk yaratmış oluruz. Bu açıkça bir yetki gaspıdır. 

29 Şubat 2012 Çarşamba

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ADIGÜZEL ÇELİŞKİSİ

(Öncelikle bu makale http://www.turksolu.org/248/adiguzel248.htm ilgili linkteki Hüseyin Adıgüzel makalesine eleştiridir. Önce onu okumanız daha uygun olacaktır.)

Söz konusu makaleye Adıgüzel, millet, milliyet, milliyetçilik gibi nosyonların tanımını yaparak başlamış. Her zaman dediğimiz gibi milliyetçilik tanımı itibariyle çelişiktir. Ne demiş TDK: "Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm." Peki gerçekten de Türkiye'deki milliyetçiler ülkesini her şeyden üstün mü görüyor? Tabii ki hayır. din olgusunu yadsıyan bir milliyetçilik anlayışı (Atsızcılar hariç) neredeyse yok gibi. Slogan bile hep aynıdır:"Rehberimiz Kur'an ülkümüz Turan!"

Bakın makalede ne diyor: "...her millet milliyetçi olabilir, milliyetçilik yapabilir."  Öyleyse Kürt milliyetçiliği de yapılabilir mi? Buna bakın ilerde nasıl cevap veriyor Adıgüzel. "Bugün ülkemizde milliyetçilik yapan Kürtlerin, Çerkezlerin, Abhazların ya da başka gurupların milliyetçilikleri etnik milliyetçilik sınırını asla aşamaz. Azınlık halkların siyasi bir milliyetçilik yapabilmeleri mümkün değildir. Onlar, ancak ırk ve kan birliği üzerinden milliyetçilik yapabilirler. Bu yüzden ırka dayalı bir milliyetçilik yaptıkları için, onlar ırkçıdır, faşisttir ve Türk milliyetçiliğinin, dolayısıyla Türk devletinin ve milletinin düşmanıdırlar."  İşte şimdi asıl soru geliyor, madem Kürtler ırka dayalı milliyetçilik yaptığı için faşist, Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki veya Rusya'daki Türkler milliyetçilik yaptıklarında nasıl oluyor da faşist olmuyor? Kıvırma payı her zaman açık milliyetçilikte. "Rusya Türklerinin yaşadığı prosesler, Türkiye’de yaşanmadığı için, Türkçülük (Türk milliyetçiliği) etnik milliyetçilikten, siyasi milliyetçiliğe kolaylıkla çevrilebilmiştir."  Dikkat etiyseniz buraya kadar herhangi bir neden-sonuç ilişkisi içeren bir tarihsel metod yok.

Hüseyin Adıgüzel ağzındaki baklayı daha sonra çıkarıyor: "Devleti olmayan ve siyasi bir varlık özelliğini kazanamamış bir topluluk, millet vasfını kazanamaz. Millet olamayanların milliyetçiliği, yani o topluluğa bağlılık duygusu, ırka ve kana dayanır ki, buna etnik milliyetçilik demek gerekir. Çünkü, devleti olmayan bir halkın birliği, devlet kurmak için oluşturulur. Bağlı olarak yaşadığı devletten kurtulması, devletini kurabilmesi, o devlete düşmanlığı ve mücadeleyi gerektirir. Bu mücadelenin yapılabilmesi kan ve ırka dayalı bir birleşmeyi gerekli kılar. Bu da bir etnosa, ayrı bir milliyete düşmanlık kaynağından doğan etnik milliyetçiliği ortaya çıkarır." Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti'nde bir ikitidar değişikliği olsa ve Türkler azınlığa düşse demek ki Türk milliyetçiliği diye bir kavram ortadan kalkacaktır. Devlet gibi, sınıfın sınıfa tahakkümünü kolaylaştırmak için ortaya çıkarılmış yapay bir kurum, nasıl olur da millet gibi siyasi bir grubun varlığında kriter olabilir? Bakın aynı makalede İsmail Hami Danişmend'in sözleri alıntılanmış: “… Millet siyasi bir grubu, milliyet ise bünye, dil ve kültür özellikleri ile ortaya çıkan bir kütleyi” ifade eder. Bu tanımda hangi kavram devletle ilişkilendirilmiş?

Çelişkiler yumağı devam ediyor. Rusya'daki Türkler için devlet kuramadılar, tek bir millet olamadılar diye eleştiri yapılıyor. Ee demin aynı şeyin peşindeki Kürt milliyetçilerine "faşist" demedin mi? Ne farkları var bu iki milletin? Demek ki Türkler yapınca farklı sonuç, Kürtler yapınca farklı sonuç doğuyor. Evet ne kadar bilimsel. Yugoslavya'nın parçalanması da anlatılmış ki dillere destan. Srebrenica vs. hiç olmamış, biz hayal görmüşüz. Tamamen yanlış milliyetçilikten. Yoksa doğru milliyetçilik hiç zarar verir mi?

"Türk milliyetçiliğine, ırkçılık, yayılmacılık, faşizm gibi saçma sapan iftiralar atanlar, millet ile milliyet, etnik milliyetçilik ile siyasi milliyetçilik arasındaki farkı kavrayamayan Avrupamerkezci bir anlayışın ürünleridirler." Bunu diyen adama sormak lazım: Türk milliyetçiliği veya İttihat Terakki ne tür bir anlayışın ürünüdür? Milliyetçilik hangi coğrafyada serpilmiştir? Buna cevaben ise, milliyetçiliğin Türk toplumlarından eskiden beridir var olduğu iddiasını ortaya atar. Buna zaten kimsenin diyeceği yok. Zaten Antik Yunan'da da vardı bu düşünce, Persler'de de vardı, ne bileyim Çinliler'de de vardı. Mesele onu ideolojik zemine oturtmaktı. Bu da Fransız Devrimi ile birlikte oldu. Öyle tarihten örnekler vererek milliyetçilik vardı yeeeeaaa demekle olmaz. O zaman sormazlar mı adama, o zaman devletin yoktu senin yaptığın milliyetçilik değildi, faşistlikti diye? He?

SINIF MÜCADELESİ ÜZERİNE KISA BİR NOT

Karl Marx, sınıf mücadelesinden ne anlıyordu? Bunu bilmeden sınıf mücadelesinin eleştirisi yapılamaz.

Öncelikle sınıf kavramını açmalıyız. Lenin şöyle diyor: "Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim sisteminde tutmuş oldukları yerle, üretim araçlarıyla olan ilişkileriyle, emeğin toplumsal örgütlenmesi içindeki rolleri ve dolayısıyla, kullandıkları toplumsal zenginlik boyutları ve bunu elde etme biçimleriyle birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır."( LENIN, 1976: 472)

Sanayi devrimi ile birlikte proleterya sayıca artmış, toplumun en geniş katmanını oluşturan sınıf haline gelmiştir. Makineleşme, küçük iş tanımları işçileri her açıdan eşitlemeye başlar. Burjuvazinin kendi içindeki rekabet ve ticari bunalımlar arttıkça işçi sınıfının durumu daha da kötüleşir.( Sanayi devrimi ile birlikte başlayan süreç) Tek tek işçiler ve burjuvalar arasındaki çatışma giderek sınıf kimliği almaya başlar. Böylelikle işçiler kendi aralarında koalisyonlar, sendikalar kurmaya başlarlar. Burjuvazi de kendi silahlarıyla savaşır.(RIUS,2009:110)  Mücadele şiddet ve demokratik biçimlerde süregelir.

Peki mücadelenin sonucunda ne olur? Bazılarının iddia ettiği gibi sınıf mücadelesini savunan ezen olmak için mi savunur? Kardeşlerim bunu cahil bir insan söyleyemez, bunu ancak ve ancak cahilliğini eğitimle gidermiş ama eşekliği baki kalmış bir insan iddia eder. Sınıf mücadelsesi olmadan insanlık ilerleyemez. Bunu anlamak için önce tarihsel materyalizm bilmek gerekir.

Tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücedele ya toplumsal yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır. (  MARX,ENGELS, 2011:46)

Ve bu tarih sınıf mücadeleleri insanoğlunun bir kademe daha özgürleşmesini sağlamıştır. Günümüzdeki mücadele ise burjuvazi ve proleterya arasındadır. Bu mücadele sonunda sınıfın sınıfa tahakkümü ortadan kalkacak ve sınıfsız bir toplum ortaya çıkacak: Komünizm.

Şimdi arkadaşlar, bu tezin neresinde ezen olmak gibi bir iddia var? Hadi diyelim ki sınıf mücadalesini başlı başına yanlış biliyor da beni ezen yapıyorsun. Tamam kabulüm. O zaman bu düzende de bir ezen olduğunu kabul etmiş oluyorsun. Neden dur diyemiyorsun?

Şimdi söyler misniz çelişen kimmiş? Ufacık beyinleri ile sözde Marxizmin çelişkisini ortaya çıkaracaklar. Tarihin en akıllı insanı kendileri. Çünkü onlarca bilimadamı arasında böyle bir iddiayı ortaya atan ilk şahsiyet olma nailine erişmek kolay değil. Velhasılkelam cahil olmak, özellikle de okumuş bir cahil olmak, rezil olmak biraz da cesarete bağlıdır. Önce öğrenin sonra lakırdı yapın. Bilimsel konuşmak, facebooktaki liseli ergenleri tatmin etmeye benzemez.

KAYNAKÇA
-Bogulavski, Karpuşin - Diyalektik Materyalizmin Abecesi, Sol yayınları, 2006
-Marx, Engels - Komünist Parti Manifestosu, Evrensel yayınları, 2011
-Rius - Yeni Başlayanlar İçin Marx, Daktylos yayınevi, 2009
-Lenin - Marx, Engels-Marxizm, Sol yayınları, 1976

12 Ocak 2012 Perşembe

GEORGE ORWELL, 1984, STALİNİZM VE OLİGARŞİ

Uzun süredir okumak istiyordum bu kitabı. Aslında üniversitede bir hocamın derste okuttuğu bir kitaptı ama tesadüf o ki, o sene hocamın dersi almaması yüzünden hedefime ulaşamadım. Birkaç sene gecikmeli de olsa George Orwell'ın Bin Dokuz Seksen Dört kitabını okudum. Büyük bir merak içindeydim.

Okumadan önce kitabın bir Stalinizm eleştirisi olduğunu yaptığım araştırmalardan öğrenmiştim. Fakat okuyunca hiç de öyle olmadığını gördüm. Öncelikle kitap bir gelecek öngörüsü ve sosyalizm sonrası bir dönemi anlatıyor. Her ne kadar yönetim şeklinin "İngsos" (İngiliz Sosyalizmi) olsa da Okyanusya devleti, neredeyse kast sistemi denebilecek bir katmanlara, faşist denilebilecek düzeyin bile fazlası bir sivil toplum baskısı ve Platonist bir eşitsizlikçi modele sahip. O kadar ki Platon'un kimin asker kimin yönetici kimin halkı oluşturacağına dair teorisi (ismi böyle değil tabii) neredeyse doktrin olarak kullanılmakta resmi ideoloji tarafından. Kitabın çoğu yerinde de faşizm ve komünizmden "öteki" ideolojiler olarak bahsedilmektedir. Sonuç olarak, ideoloji sosyalizmden türemiş ama oligarşik kolektivizme dönmüş bir baskı rejimidir.

Kitabın baş kahramanı Winston'ın muhalif bir yayını okuduğu kitabın başlığı ise ideolojinin adı: oligarşik kolektivizm. Toplum ise 3 katmandan oluşuyor: iç parti, dış parti ve proleterler. İç parti, oligarşiyi oluşturan sınıf. Dış parti ise bir nevi orta sınıf. Özellikle iç parti ve dış parti üyelerini gözetleyen, evlere, sokaklara yerleştirilmiş tele-ekranlar mevcut. Ünlü "big brother sizi gözetliyor" deyimi de buradan geliyor. Big Brother ise bizzat parti tarafından yaratılmış devlet başkanının adı. Daha doğrusu yaratılmış mı, yaşıyor mu belli değil. Büyük ihtimal hiçbir zaman ölmeyecek olan bir lider. Bir nevi "kral öldü, yaşasın yeni kral" modeli.

Partinin bilinç oluşturma çabalarının en büyüğünü geçmişi değiştirme fonksiyonu oluşturuyor ki günümüzde de bu kısmen de olsa yapılabiliyor.

Kitapta geçen bazı sözler var ki ders çıkarılması gerekir. Örneğin en çok aklımda kalmış olanı: "Eyleme geçmek için bilinçlenmek gerekir, bilinçlenmek için de eyleme ihtiyaç vardır." Alıntıladım ama birebir değil aklımda kalan hali bu.

Sonuç olarak kitap, bir gün içinde alıp bitirme hevesi uyandıran, "aaa bu şimdi de var halbuki" dedirten bir devlet taşlaması. Alın okuyun gari.