14 Ekim 2011 Cuma

LİBERAL DEMOKRASİLERİN YETERSİZLİĞİ

Liberal temsili demokrasilerde göze çarpan ilk sorun temsil edilememe sorunudur. Öncelikle kronik olarak oy vermek, temel siyasal katılım biçimi olarak görüldüğü için, oy vermeme ya da verememe tercihinde siyasal karar alma fonksiyonunu yitirmiş olursunuz. Bunu bir kenara bırakıp da oy verdiğinizi düşünürsek, yine de parlamentoda temsil edilmeme, yani karar almada söz sahibi olamama durumunuz söz konusu olabilmekte.
Türkiye’den örnek verecek olursak; 2002 seçimlerinde[1] oy verenlerin yalnızca %53’ü gibi bir oran mecliste temsil edilme hakkı kazanmış ve oyların üçte birini alan parti meclisin üçte ikisini ele geçirmişti. Örnekleri kolaylıkla çoğaltabiliriz.
Modern temsili demokrasilerde seçilmiş yönetim, ilgisiz-bilgisiz seçmenlerin de tercihlerini yansıtır ve bu temsilciler “genel irade” olarak kabul edilir. Çıkar gruplarının hakimiyetine dayalı olan ve son olarak iktidarın güç ve yetkilerinin etkin biçimde sınırlandırılmadığı bir siyasal yönetim hüküm sürer.

Peki modern demokrasiler neden başarısızdır? Bunun iki nedeni vardır: birinci nedeni “eksik enformasyon”dur. Seçmenler, tercihte bulunacakları adaylar, siyasal partiler, hükümet veya parti politikaları ve bu politikaların sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip değildirler.
Demokrasinin başarısızlığının ikinci nedeni ise “siyasal ilgisizlik”tir. Siyasal ilgisizliğin seçmen açısından rasyonel gerekçeleri olabilir. Bilgi edinmek ve bilgileri değerlendirmek için katlanılmak zorunda kalınan uğraşı, seçmenleri ilgisizliğe teşvik eder.
Öte yandan, şekli ne olursa olsun, liberal demokrasilerde azınlığın hakimiyeti kaçınılmazdır. Bir başka deyişle üretim araçlarını elinde bulunduran ya da medya gücünü elinde bulunduran hakim kişi veya kişi grupları seçmeni kendi çıkarına yönlendirebilir, gerçekleri örtebilir. Nereden bakarsak bakalım, ekonomik üstünlük özgür seçimleri esareti altına alabilir.
Genellikle Marxist kuramcılar, liberal demokrasinin siyasal katılım formlarının bir aldatma olduğu kanısındadırlar. Prosedürlere oy vermenin düzeni meşrulaştıramayacağını iddia ederler. Seçmenler yetenekli demogoglar tarafındna kandırıldığını anlayamayabilir. Adaylar seçmenlere gerçek bir seçim (seçenek anlamında) vaad edemeyebilir.bu tip demokrasi, uygun politikalara sahip iki ya da üç adayı bir platform üzerinde eşitlediği için övülür. Ekonomik ilişkilerin reflekslerinin güç ilişkisine döndüğü, Marxistlerin burjuva demokrasisi dediği bu nosyon, bu güç ilişkileri terk edilinceye kadar[2] oy verme işlemi sadece zaman kaybıdır.
Demokrasiye bir diğer eleştiri, özellikle de Platon tarafından, politik karar vermenin de bir ustalık gerektirdiği ve bazı seçmenlerde bu ustalığın olmadığı konusundadır. Bu özelliği yüzünden demokrasi, ne yaptığını ve becerisini az bilen insanların elinde yoksul ve yetersiz bir siyasal sisteme dönüşür. Gemiyi yolcular değil, kaptan yönetmelidir.
Çoğu seçmen farklı adayları karşılaştırıp değerlendirecek kapasitede değildir. Seçmenler bu uygunluğa erişene kadar, konuyla ilgili olmayan, onlara iyi bakmayı vaad eden ya da güzel bir gülüşe sahip olan bir temsilci seçecektir. Diğer bir oy verme şekli de önyargılar ile yapılacaktır. Sonuç olarak, birçok uygun temsilci seçilemez ve birçok uygunsuz olanları ise uygunsuz nitelikleri ile birlikte seçilir.
Olay tersine dönebilir ve eğitimli yurttaşların argümanı ile demokrasi lağvedilebilir, hep birlikte demokrasi terk edilebilir. Ya da bu mümkün değilse eğer, insanları ilgilendiren diğer bütün alternatif seçenekler primlenir.
Bir de demokrasinin paradoksu olarak literatüre geçmiş bir kavram vardır. Bir örnekleme ile açıklarsak daha anlaşılır olacaktır. Sivil toplumlarda resmi idam cezasının olmaması gerektiği düşünen bir karakter yaratalım. İdam cezasının var olup olmaması için bir referandum yapılıyor bu karakterin toplumunda. Karakterimiz karşı oy kullanmasına rağmen, çoğunluğun oylarıyla yasalaştırılıyor. İşte burada bir paradoks ortaya çıkıyor: kişisel doğru ve çoğunluğun doğrusu. Bir de aynı karakterimizin idam cezasına çarptırıldığını düşünelim. Tam bu nokta paradoksu çok daha iyi ifade ediyor. Karakterimiz için çoğunluğun kararı yani çoğunluğun diktası kaçınılmaz oluyor.


[1] İki parti TBMM’ne girebilmiştir. Bunlardan AKP, %33.4, CHP %19.8 oy almıştır. AKP tek başına hükümeti oluşturmuştur.
[2] Yani kapitalizmin antitezi sosyalist devrim ile.


KAYNAKÇA: 
- Berger, Peter, Günümüz Dünyasında Demokrasi, çev. C.Aykan, Yayla, Atilla, Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar içinde, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993

-Berger, Peter, Demokratik Kapitalizmin Şüpheli Zaferi, çev. E.Özbudun & L.Köker, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi: Yeni Değerlendirmeler içinde, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara
- Holden, Barry, Understanding Liberal Democracy, London:Phllip Allan, 1988
-Popper, Karl R., Açık Toplum ve Düşmanlarına Yeniden Bakış, çev. İ.Dağı, Yayla, Atilla, Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar (içinde), Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993
- Warburton, Nigel, Philosophy the Basics (Fourth Editions), Routledge Taylor & Francis Group, London and New York, 2004

13 Ekim 2011 Perşembe

PARİS KOMÜNÜ'NDE DOĞRUDAN DEMOKRASİ AYGITLARI


Paris proleterleri, egemen sınıfların ihanet ve beceriksizliği karşısında kamu işlerinin idaresini kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarma saatinin gelip çattığını anlamış bulunuyorlar…Anladılar ki, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kendi kaderlerinin efendisi kılmak, zorunlu görevleri ve mutlak haklarıdır.[1]

18 Mart 1871’de[2] Parisli işçiler ayaklandılar ve bir kent ölçeğinde iktidarı ele geçirdiler. Tam bir proleterya diktatörlüğü olan paris komünü, varlığını 72 gün sürdürebildi. Bizi ilgilendiren kısmı daha çok doğrudan demokrasi kurumları olduğu için, tarihsel süreçten, Fransa–Prusya savaşından ve önceki ayaklanmalardan uzun uzadıya söz etmeyeceğiz. Buna rağmen Paris komününü anlamının yolunun bunları öğrenmekten geçtiğini de belirtelim.[3]

Komün o dönemin Fransa’sında belediye anlamına geliyordu. Paris komünü ise, devletten çok emekçi kitlelerin, belediye işlevlerinin ötesinde, kendi kendilerini yönettiği öz-yönetim organları niteliği taşıyordu.

Burjuva devlet vesayetini kıran komün, onun yerine kitlelerin yönetime katıldığı doğrudan demokrasi organlarını geçiriyordu. Marx, komünün parlementer bir sistem olmadığına, hem yürütmeci hem yasamacı, hareketli bir örgüt olduğuna dikkat çeker. Marx ayrıca komünün tam olarak hayata geçiremediği örgüt düzenini açıklar: “Komünün en küçük kırsal yerleşim merkezinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisiyle değiştirlmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracılığıyla yönetecek ve il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer meclisine kendi temsilcilerini göndereceklerdi; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı.

Bu biçimiyle komün, bürokrasisi, ordusu ve polisi olmayan, tüm görevlilerin seçimle gelip, derhal geri çağrılabildiği bir yarı-devletti. 

28 Mayıs’ta Komün tamamen sona erdi. Komünün sonunda, Kanlı Hafta boyunca sonradan idam edilenlerle birlikte ölü sayısı 50.000’i bulmaktadır. Binlerce Parisli tutuklandı ve sürüldü. Paris sonraki beş yıl boyunca sıkı yönetimle yönetildi.

Paris Komünü yapılanması, Sovyet teşkilatlanmasına da ilham oluşturacaktır.


[1] Paris Ulusal Muhafız Merkez Komitesi Bildirisi, 18 Mart 1871
[2] 26 Mart’ta 227000 Parisli oy kullandı ve 28 Mart’ta komün ilan edildi.
[3] Ayrıntılı bilgi için; K.Marx – Fransa’da İç Savaş

KAYNAKLAR:
- Berger, Peter, Günümüz Dünyasında Demokrasi, çev. C.Aykan, Yayla, Atilla, Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar içinde, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993
- Heywood, Andrew, Siyasi İdeolojiler,Bir Giriş ( Political Ideologies, An Introduction ), Third Editon, 2003, Adres Yayınları, Şubat 2007
- Keleş, Ruşen Prof. Dr., Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi, Ocak 2009, İstanbul

- Kızılok, Umut, “Proleter Devrimin Şafağı: Paris Komünü”, Marksist Tutum Dergisi, No:24, Mart 2007
- Schmidt, Manfred G., Demokrasi Kuramlarına Giriş, çev. M.Emin Köktaş, Vadi Yayınları
- Wikipedia - Özgür Ansiklopedi

- Devrimci Yolda Özgürlük, Unutturulamayanlar "Paris Komünü ve Fatsa",  13 Şubat 2008

7 Ekim 2011 Cuma

TERZİ FİKRİ OLAYI VE FATSA KOMÜNÜ



Terzi Fikri yani Fikri Sönmez, Fatsa’da yaptığı 9 aylık belediye başkanlığı görevinde, halkın siyasal katılımına dayanan yeni bir demokrasi pratiği denemiştir.
Fikri Sönmez’in belediye başkanlık adaylığı konusunda Fatsa halkı arasında consensus oluşmuş ve Fikri Sönmez, bağımsız aday olarak girdiği seçimlerde CHP, AP ve MSPli adayların toplamından fazla oy alarak (3096 oy.) Fatsa belediye başkanı seçilmiştir. Terzi Fikri’nin belediye başkanlığı 11 Temmuz 1980’e kadar sürer. Sönmez, tutuklu iken 4 Mayıs 1985’de bir kalp krizi geçirir ve hayata veda eder.

Terzi Fikri döneminde, ilçe niteliklerine gore 11 bölgeye ayrılmış ve bu bölgelerde seçimle iş başına geçen, temsilci sayısı bölgenin nüfusuna göre 3 ila 7 arasında değişen mahalle komiteleri ya da halk komiteleri adı verilen örgütler kuruldu. Böylece halk yerel yönetimin öznesi haline geldi. Bu komiteler halkın ihtiyaçlarını ve isteklerini belediyeye ileteceklerdi.

Belediye Meclisi toplantıları da halka açık yapılmaya başlandı. Böylelikle halk kendi komitelerinde aldığı kararların ne kadar uygulanıp uygulanmadığını da izleyebiliyor olacaktı. Bir anlamda, halk komitelerine denetleme yetkisi de verilmiş oluyordu. Halk komitelerinin görevi esas olarak o mahallede yapılan toplantıda kararlaştırılan belediye hizmetlerini yürütmek; halkın ihtiyaçlarını rayiç fiyatlarla-karaborsa fiyatina karşı- karşılamak, mahallenin yol,su,elektrik,kanalizasyon gibi sorunlarini cözmekti. Halkın yönetime tam katılımının gerçekleştiği kollektif bir yönetim ortaya çıkmıştı.

Prof. Dr. Can Hamamcı, “Kentleri mahalle düzeyinde örgütlemek, yönetilenleri bu yoldan yönetime ortak etme yollarını aramak bir bakıma temsil edilmeme sorununa bir çözüm getirmek oluyor. Diğer kapitalist ülkelerde, örneğin Fransa’da sol belediyelerde yerel demokrasiyi geliştirmek, belediye ile belde halkını bütünleştirmek amacıyla kullanılan temel araç mahalle komiteleri oluyor.” diyerek mahalle komitelerinin temsiliyet sorununa getirilecek en iyi çözüm olduğunu vurgular. Tıpkı Fatsa örneğinde olduğu gibi.

Bu yeni ve farklı Fatsa günleri boyunca mahalle komiteleri kentsel ve sosyal birçok soruna el atmış, halk kendi sorunlarına kendi çözümlerini getirmeye çalışmıştır.

Fikri Sönmez hakkında Can Yücel bir şiir bile kaleme almıştır.

KAYNAKÇA:

-Büke, Ahmet, “Terzi Fikri Olayı”, Virgül Dergisi, Mayıs 2007
-Keleş, Ruşen Prof. Dr., Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi, Ocak 2009, İstanbul
-Uyan, Mahmut Memduh ,Toplumsal Dalganın Kırılışı, Fatsa (1978-80), 2004, Arayış Yayınları, Ankara
-http://www.ozgurluk-dergisi.org, Unutturulamayanlar "Paris Komünü ve Fatsa", 13 Şubat 2008

Makalede kullanılan Fikri Sönmez fotoğrafının bütün telif hakları Saim Tokaçoğlu'na aittir.

3 Ekim 2011 Pazartesi

TBMM YEMİNİ VE KÜRT SORUNU, ARAP BAHARI VE ORTADOĞU



Yemin etmeyen 2 vekil (Bengi Yıldız ve İsa Gök), yemin edemeyen ise 6 milletvekili (Hatip Dicle'yi sayarsak 7) kaldı. BDP ve Blok vekilleri de TBBM'ye girerek yemin etti. Bu bir anlamda geri adım atma, diğer anlamda ise AKP'nin yapamadığı zeytin dalını uzatma açısından ileri adım atma oldu. İkinci anlamın üstünde durursak eğer, bağımsız seçilen vekiller tükürdüklerini yalamak pahasına artık TBMM'deler. Edilen yeminlerin en ilginci ise tabii ki Leyla Zana'nınki oldu. 20 yıl sonra tekrar "Türkçe" yemin etti. Türkçe'ye vurgu yaptım çünkü birçok kişi Zana'nın Kürtçe yemin ettiğini zannediyor. Şimdi ilgili videoyu seyredelim. O gün neler olmuş hatırlayalım.

http://www.youtube.com/watch?v=gQaiowrL-VQ

Görüldüğü gibi, Leyla Zana daha kürsüye bile çıkmadan protestolar yükseliyor. Zana, Türkçe olarak yemin ediyor ve protestolara karşı Kürtçe olarak "bu yemin Türk ve Kürt halklarının kardeşliği içindir" diyor.

Daha sonra malumunuz Leyla Zana ile birlikte birkaç kişinin daha vekillikleri düşürülerek hapse tıkılıyor. Kürtlere açıkça "siz dağa çıkın" deniyor. Gelinen süreç yine malum.
Bugün yine şartlar aynı. Yine Kürtlere siz hapiste kalın siyaset yapmayın deniyor.

Şurası bir gerçek ki devlet Kürt sorununda üzerine düşeni yapmamakla ısrar deniyor, AKP iktidarı en büyük emperyalist gücün emelinde Ortadoğuyu şekillendiren Müslüman yardakçı konumundayken Türkiye iç savaşa sürükleniyor. Peki neden?
1- AKP iktidarı Doğu'dan alacağı oylara göz dikerek bir Kürt açılımı ortaya attı, sonra tekrar oy uğruna şovenist esintiler ile Milliyetçi-Muhafazakar kimliğine büründü ve açılım sadece başlığı atılmış bir makale gibi kaldı. Çözümsüzlüğe olan inanç arttı.
2- PKK eylemsizlik kararı aldığından bile devlet herhangi bir adım atmadı.
3- PKK, kendi türevi olan küçük örgütleri stratejik olarak kontrol edememeye başladı. Yanlış zamanlı ve hedefini şaşırmış saldırılar düzenledi.

Tüm bu olanlar bizi dönüp dolaştırıp yine aynı noktaya itti: "Kahrolsun Kürtlerin siyaset yapma hakkı!" Blok vekillerinin meclis boykotu sırasında da hep bu argüman öne sürüldü. "Meclise gelmezseniz sorunu nasıl çözeceksiniz?" dendi. Kimse, tutuklu bulunan vekiller TBMM'ye gelmezse sorun nasıl çözülecek diye sormadı. ( Sadece KCK tutukluları ya da Hatip Dicle için değil, Ergenekon ya da Balyoz tutukluları için de geçerli.) AKP, inadım inat kıçım iki kanat deyip, çocuksu bir tepki verdi bu süreç boyunca.

Olay sadece tutuklu vekiller meselesi değildi. Bir anda BDPli yönetici ve üyeler, belediye başkanları ve belediye meclisi üyeleri de tutuklanmaya başladı. Yani açık açık siz siyaset yapmayın arkadaş, oturun oturduğunuz yerde ya da dağa çıkın denildi. PKK saldırılara başlayınca da milliyetçi güruhlar primlenmeye başladı. Sorumlu belliydi: Kürtler.

Bütün Kürt siyasetçiler tutuklansın, BDP kendini feshetsin, PKK kendini lağvedsin işte o zaman bu topraklarda barış içinde yaşayabiliriz(!). Bu önermeyi ciddi ciddi savunanlar var. Yıllardır üvey evlat muamelesi gören Kürtler, tamamen durduk yere dağa çıkıyor, devlet onlara zulmetmedi. Önce bu fikir ezilmeli, yok edilmeli.

Gelelim dış politikaya. Arap coğrafyası dış dinamiklerin büyük etkisiyle değişime uğradı, uğruyor. Arap baharının ilkbahar mı sonbahar mı olduğuna karar vermeden önce bu coğrafyanın yakın siyasi tarihine, ABD'nin çevreleme politikasına, yeşil kuşak oluşturma çabalarını öğrenmemiz gerekir. Yeşil kuşak, ABD'nin SSCB yayılmasına karşı çevreleme politikası gereği Müslüman ülkelerde oluşturduğu kukla diktatörlüklere deniyor. Sovyetlere karşı ABD dostu bu diktatörler yakın geçmişte ABD'nin en belalı düşmaları oldu. Saddam, Osame bin Laden, Kaddafi gibi diktatörler ABD'ye müttefik olmaktan uzaktı. Bölgenin petrol açısından zengin olduğuna değinmeye gerek yok sanırım. ABD, kontrolden çıkan ortadoğuyu yeniden müttefik istasyona sokmaya çabaları, bu diktatörleri koltuğundan etti. Radikal İslam yerine Hristiyan-Demokrat benzeri, AKP'yi rol model olarak almış siyasal İslam hükümetleri kurulmaya başladı. AKP de tam da bu sıralarda İsrail'e kabadayılık yaparak Müslüman halkların kahramanı olma rolüne büründü. Tabii ki bu da projenin bir parçasaydı.

Şimdi siz karar verin. Arap baharı ilkbahar mı son bahar mı?