26 Haziran 2011 Pazar

12 HAZİRAN 2011'İN ARDINDAN

12 HAZİRAN 2011'İN ARDINDAN

Artık herkesin bildiği gibi XXIV. dönem milletvekilleri seçimi sonuçlandı.(fiili olarak YSK hala atama yapsa da!). Sonuçları hatırlatmakta fayda var: AKP %49.83, CHP %25.98, MHP %13.01 ve çoğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun destekledikleri olmak üzere bağımsızlar ise %6.57. ( Ayrıntılı sonuçlar için: XXIV. Dönem Seçim Sonuçları )

Milletvekilliği dağılımı ise şöyle oldu (sanmıştık):
-Adalet ve Kalkınma Partisi 325
-Cumhuriyet Halk Partisi 135
-Milliyetçi Hareket Partisi 54
-Bağımsızlar 36

Seçimden sonra her parti bir "kazanç payesi" açıkladı kamuoyuna. Bunu hepimiz biliyoruz. Buna karşılık bağımsızlar haricindeki üç partinin de kaybettikleri var. Örneğin AKP, anayasayı değiştirecek 330 ve 367 rakamlarına ulaşamadı. Yani tek başına anayasayı değiştiremiyor.  CHP ise beklediği atılım olan %30 bandına yerleşemedi ama yine Baykal döneminde rüyasında göremeyeceği bir orana ulaştı. Mhp ise barajı geçerek rahat bir nefes alsa da kronik bir 3. parti olarak çeperini yırtamadı. BDP için oy oranını arttıramadığı yönünde eleştiriler olsa da sadece 30 ilde seçime girdiği düşünülürse bu tenkit biraz geçersiz kalıyor.

Kesin sonuçlar açıklanmadan ise süpriz ve şaşırtıcı gelişmeler yaşandı. Önce Hatip Dicle'nin vekilliği düşürüldü ve yerine AKP'nin 6. sıra adayı Oya Eronat milletvekili oldu. YSK kendini halkın yerine koyarak yasama organının bir üyesini belirledi ve skandal bir karara imza attı. (Gerekçeli karar için tıklayın. ) Bağımsız milletvekili sayısı 1 düştü ve AKP'nin vekil sayısı da 326ya yükseldi. Daha sonra MHP ile AKP arasındaki tartışmalı milletvekilliği de AKPnin lehine sonuçlandı. Yani Akp'nin milletvekili sayısı 327 oldu. Ergenekon sanıkları Prof.Dr. Mehmet Haberal, Mustafa Balbay ve Engin Alan, KCK tutuklusu 5 vekil ise yetkili mahkemece tahliye edilmedi. Akıbetlerinin ne olacağı belirsiz. Bunların yerine kendi partilerinden bir sonraki adayın meclise girmesi gerektiği hakim görüş. Kararlara yasal kılıflar uydurulsa da, mahkemenin takdir yetkisini hukuktan yana kullanmadığı da açıktır. Bizim Anayasa ve yasalarımızda her yöne çekilebilen, oldukça karmaşık ve geniş yorum imkanı tanıyan birçok madde var. Bunları hakimin çağdaş hukuk normlarına göre yorulmasında ise toplumsal ve hukuki zemin oluşmuş durumdaydı. Bu fırsat kullanılmadı, toplum kaosa sürüklendi.

BDP (ve diğer bağımsızlar), Hatip Dicle vetosuna karşılık Meclisi boykot etme kararı aldı. Buna karşılık ise, cumhurbaşkanı ve iktidar mensupları çözüm için meclisi işaret etti. kişi giremediği bir mecliste nasıl sorun çözer orası da düşündürücü olan tarafı. Mhp her zamanki devletin eteğinin altına girmiş tavrını sürdürdü ve bir-iki cılız açıklama dışında  sert bir tepki koyduğu söylenemez. Chpnin ne tepki vereceği ise hala soru işareti.

Kaçan trenin ardından ise yapılması gereken, Akpnin anayasayı değiştirmek için minimum kabul oyu sayısı olan "330u bulma ısrarı ve ayak oyunundan" vaz geçmesidir. Her ne kadar mahkemeler ve YSK bağımsız kuruluşlar olsa da bunların her zaman iktidar güdümünde olduğunu biliyoruz. Sorumlu AKP değildir tarzı bir bakış açısı gerçeği yansıtmamaktadır. Sorumlu Akpdir ve bundan sonra çözüm bulması gereken kurum da ta kendisidir. Eğer gerçekten AKP "ileri demokrasi" konusunda şaka yapmıyorsa -ki Hopa'da çok kötü bir demokrasi deneyimi yaşadık- demokrasiyi biraz ilerletmeli.

22 Haziran 2011 Çarşamba

SPİNOZA : “DEUS SIVE NATURA” (TANRI YA DA DOĞA)

  SPİNOZA : “DEUS SIVE NATURA”


Spinoza, Yahudi cemaatinden dışlanınca Baruch olan adını, Benedictus olarak değiştirmiştir. Annesi haham olmasını istediği için ilahiyat eğitimlerinden geçmiştir. Bu, Spinoza’nın din bilgisini geliştirmiştir. Buna karşın başını belaya da soksa dinlere karşı sorgulayıcı bir tavır takınmıştır. Nitekim bu “sapkın” düşüncelerinden dolayı da bağlı bulunduğu cemaatten atılır. 


Spinoza’yı en çok etkileyen düşünür ise Descartes olmuştur. Bununla birlikte Descartes’in düalist töz anlayışını, monist felsefeye çevirmiştir. İşte bu monist felsefe, Spinoza’nın özünü oluşturur. Tek bir töz vardır: “Deus sive Natura( Tanrı ya da Doğa).


Spinoza, temel eseri olan “Ethica”da, ilk bölümün adını “Tanrı üzerine” koymuştur. Buna karşılık olarak tanım olarak kendinin nedenini (causa sui) yapmıştır. Başta şaşırtıcı gelse de olay aslında basittir: Spinoza’ya göre Tanrı ile kendinin nedeni aynı şeydir. (SPINOZA, 2007: 11-33)
“Kendinin nedeni ile özü varoluş içereni ya da var olmadıkça doğası kavranamayanı anlıyorum.” (AĞAOĞULLARI, vd, 2005: 26)


Kimileri onun için ateist dese de -ki bütün panteistler bu muameleye maruz kalmıştır- panteist düşünceler geliştirmiş ve monist bir tanrı-doğa düşüncesine evirilmiştir. Spinoza’da Tanrı kavramının yerini anlamak için kendi sözlerine bakmak yeterlidir:
“Var olan her şey Tanrı içinde vardır ve Tanrı olmaksızın hiç bir şey ne var olabilir ne de kavranabilir.”[1] (SPINOZA, 2007)


Stoacıları onaylar nitelikteki bu sözleri ile Spinoza, Tanrı, her şeydir ve her şey Tanrıdır demek ister. Tanrı-insan-evren diye bir ayrım ise sadece aklın yanılsamasıdır. Tanrı, insan ve evrenle birdir. Tanrı kendisinin ve her şeyin nedenidir. Spinoza’nın, bu görüşleri benimsemesini Endülüs İspanyası’nda yaşayan mutasavvıflara bağlayan görüşçüler de vardır.


Aslında Spinoza’nın Tanrı anlayışı hakkında oluşmuş bir görüş birliği yoktur. Spinoza’yı materyalist, natüralist veya akozmik olarak niteleyen yorumlar olduğu gibi, ateist, panteist, panenteist olarak niteleyenler de vardır. Dikkat edilirse bu nitelemelerin hepsi panteizmin özelliklerindendir. Spinoza’nın panteist olması aynı zamanda ateist olmasını gerektirir. Spinoza’daki Tanrı kavramının “yaratıcı” bir güze tekabül etmediği ortadadır. Literatürde ateist, sanılanın aksine Tanrıya inanmayana değil semavi Tanrıya inanmayana denir. Yani, Budistler de ateist bir dine mensuptur. O yüzden ateizm ve panteizm çelişik iki kavram değildir. Natüralizm ve materyalizm de zaten panteizmin tanımının içinde var olan anlayışlardır. Panteizm ve panenteizm birbirleriyle çok karıştırılan iki kavram olmakla birlikte aralarından çok önemli bir farklılık vardır: Panteizmde her şey Tanrıdır, Pan-enteizmde ise her şey Tanrıdan sudur etmiştir. Spinoza konusunda şu çok nettir: O bir monisttir. (AĞAOĞULLARI, 2005: 26-27)


Spinoza hakkında söyleyebileceğimiz en temel nokta ise, daha önceki panteistlerden hiçbiri, “panteizmi mantıki sonuca götürme”de Spinoza kadar başarılı olmamıştır. (ARICAN, 2004)


             KAYNAKLAR:


Ağaoğulları, Mehmet Ali, Zabcı, Filiz Çulha, Ergün, Reyda, Kral-Devletten Ulus-Devlete, İmge Kitabevi Yayınları, 2005, Ankara
Arıcan, M. Kazım, Spinoza’nın Tanrı Anlayışı, İz Yayıncılık, 2004
Spinoza, Benedictus, Etika, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi, Ankara, 2007





[1] Dikkat edilirse Stoacıların tanımına çok benzemektedir.

18 Haziran 2011 Cumartesi

EĞRİSİYLE DOĞRUSUYLA TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ

KABACA HÜKÜMET SİSTEMLERİ

Çeşitli uzmanlar tarafından hükümet sistemleri çeşitli tasniflere ayrılır. Hemen hemen hepsinde parlamenter sistem, yarı başkanlık sistemi, başkanlık sistemi bulunur. Bunun yanında başkanlı parlamenter sistem, süper başkanlık sistemi gibi alt başlık veya başlıklara ayıran da vardır ve her uzman farklı kıstaslar kullanır. 

"Hükümetlerin ortaya çıkması ve devamının, parlamentonun daha doğrusu parlamento çoğunluğunun, açık bir ifadeyle onayına ve tahammülüne bağlı olduğu hükümet şekli, parlamenter hükümet sistemi olarak isimlendirilir." (HEKİMOĞLU, 2009: 116)
Yani, yasama parlamentonun kendisidir, yürütme ise parlamentonun denetimine bağlıdır. Klasik parlamentarizm (parlamenter cumhuriyet) ve Westminster parlamentarizm (parlamenter monarşi) gibi alt dallara da ayrılabilir. (Ayrıntılı bilgi için bknz.Parlamenter Monarşi ve Parlamenter Cumhuriyet )

Parlamenter sistemin ana unsurları sabit tutulup bu sisteme halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı (devlet başkanı) eklediğimizde ise sistem başkanlı parlamenter sistem olur. (GÖNENÇ, 3) Şu an için Türkiye'de 2007 değişikleri ile uygulanmaya başlayan sistem de budur.

Eğer ki devlet başkanına parlamentoyu fesih gibi kimi yetkiler verirsek bu sefer de sistem yarı-başkanlık sistemine evrilmiş olur.
Başkanlık sistemi dediğimizde ise Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulana gelen, katı kuvvetler ayrılığına dayanan sistem aklımıza gelir. Bu sistemi başkanlık sistemi yapan, sistemde ayrıyetten bir başbakan ve bakanlar kurulunun bulunmamasıdır. Sanılanın aksine Başkanlık sistemindeki başkanın gücü, yarı-başkanlık sistemindeki başkanın gücünden daha azdır. Tahminimce Türkiye'de AKP hükümetince uygulamaya sokulmak istenen sistem de başkanlık sistemi değil, yarı-başkanlık sistemi olacaktır.

Son olarak ise süper başkanlık sisteminden söz edilebilir. Rusya örneğinde olduğu gibi devlet başkanı olağanüstü yetkilerle donatıllır bu sistemde. 

BAŞKANLIK SİSTEMİ
Öncelikle Türkiye'de şu an için uygulanan sisteminin başkanlı parlamenter sistem olduğunu tekrar hatırlatalım. Bu yüzden önce bu sistemi tartışmak gereklidir. Dr. Levent Gönenç, bu sistemin uygulamada ciddi sıkıntılara yol açabileceğini belirterek, iki temel sıkıntı üzerinde durmuş: tarafsızlık tartışması ve meşruiyet krizi. Hükümet programını uygularken devlet başkanı tarafsız olmalıdır. Tam tersi durumda tarafsız tartışması başalayacak ve meşruiyet krizine neden olacak.

Şerif İba'ya göre ise 2007 değişikliği cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi dışında bir şeyi değiştirmedi. (İBA, 2003: 31) Buna rağmen bir takım şeylerin eskisi gibi olamayacağı söylenebilir. Cumhurbaşkanının tarafsızlığı artık "sözde" kalacaktır. (İBA, 2003: 33) Şerif İba, sistemin hala parlamenter sistem olarak kaldığını öne sürer. Kemal Gözler ise isim koymamakla birlikte artık sistemin niteliklerinin değiştiğini kanısındadır. Hangi sisteme doğru sürüklendiğimiz net olmamakla birlikte şurası kesinidir: parlamenter sisteme elveda diyoruz.

Şimdi başkanlık sisteminin geniş bir biçimde ne olduğunu açıklayalım. Başkanlık sisteminde Meclis ve hükümet birbirinden bağımsız iktidar organlarıdır. Birbirlerinden bağımsız yetkileri vardır ve birbirlerini fesih yetkileri yoktur. Katı kuvvetler ayrılığını getiren özellik de budur. Her kurum yönetim gücünden kendi payına düşeni kullanır. Hükümet, yani devlet başkanı tek kişiden oluşur. Bu başkanın siyasi sorumluluğu yoktur. (BECEREN, KALAĞAN, 2007: 166-167) 

ABD'de ise başkanlık sistemi, artı olarak federe devletler ve fedaral devlet ayrılığını da getirir ve iki hakim partinin olduğu bir sistemdir. (HEKİMOĞLU, 2009: 30)

Kabaca sıralanan bu özellikleri dışında başkanlık sisteminin negatif özellikleri de mevcuttur. "Siyasal hayatı kutuplaştırıp iktidar mücadelesinisiyasi bir kumara dönüştürebilir.

Yürütme esneklikten yoksundur.

İktidarın kişselleşmesi eğilimi artar.

Yasama-yürütme kilitlenmesi durumunda (cohabitation) kilit açıcı mekanizmalardan yoksundur." (İBA, 66)

TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ

Anlaşıldığı üzere başkalın sistemi, parlamentonun bilinen vasfının yitirilmesine sebep olacaktır. Keza siyasal partiler de öyle. Bu da, Türk hükümet sisteminde köklü bir değişimin olması anlamına gelir.

İncelendiğinde görülecektir ki ABD'de başkanlık sistemi tarihsel bir derinliğe sahiptir. Amerikan demokrasisi bu yönde şekillenmiştir. Peki Türk demokrasisi buna elverişli midir? İşte tartışılması gereken de budur.

"Başkanlık hükümet sistemi, antidemokratik ve keyfi yönetime zemin hazırlayan kurumsal bir yapıya; şiddeti bir değişim yöntemi olarak meşrulaştıran teknik yetersizliklere; ulus devleti modelinin yerini tutabilecek yeni toplumsal formasyonların gelişmediği bir dünyada ulusal birliği yok ederek; ülkeyi uluslararası kapitalist çıkarların denetimsiz yönetimine sokmaya elverişli özelliklere sahiptir. Bu nedenle, Anayasal rejimi bu yönde değişmeye zorlayan tüm girşimler, kapitalizmin doğası gereği "emperyalist güruhların" yinelemesini engelleyecek değişmelerin mümkün olabileceğinin kanıtlanmadığı da nazara alınarak, sınırları kan'la, Lozan'la çizilmiş olan Türkiye Cumhuriyetinde hakettiği kuşkuyla karşılanmal; Modasi geçmiş gözükse de, benzer uluslararası konjonktürde Türk devriminin oluşturduğu, uluslararası toplum içinde onurlu, bağımsız bir ulus devleti olarak varolma ideali yeniden düşünülmeli ve bu idealin çağdaş Anayasal rejimi aranmalıdır."  (EVCİMEN, 332)
Evcimen  bu şekilde başkanlık sistemine oldukça mesafeli yaklaşmış ve "emperyalist güruhların" ülkeyi ele geçirme çabalarına yardımcı olmakla bir tutmuştur. Şerif İba ise başkanlık sistemindeki başkanı "seçimle başa gelmiş kral"a benzetir. 

Başkanlık sisteminin bir diğer sakıncası ise, sistemde gerilimi azaltıcı, frenleyici unsurların bulunmamasıdır. (BECEREN, KALAĞAN, 2007: 178)

Sonuç olarak başkanlık sisteminin en büyük gereksinimi toplumsal dinamiklerin oluşmasıdır. Başkanlık sisteminin  gerek duyduğu uzlaşı toplumu malesef Türkiye'de mevcut değildir. Bu durumda bu sistem olsa olsa modern padişahlık sistemi olacaktır. Eğer yapılmak istenen yarı-başkanlık sistemi ise bu başka bir yazının konusunu oluşturur.

KAYNAKLAR:

Mehmet Merdan Hekimoğlu, Anayasa Hukukunda Karşılaştırmalı "Demokratik Hükümet Sistemleri" ve Türkiye, Detay Yayıncılık, 2009

Şeref İba, Siyaset ve Kültür Dergisi, "Türkiye İçin Başkanlık veya Yarı Başkanlık Sistemi Düğüm mü, Çözüm Mü?"

Şerif İba, Çelik-iş Sendikası, "Güle Güle Parlamenter Rejim" 2008
 
Ertan Beceren, Gökhan Kalağan, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, "Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemi; Türkiye'de UYgulanabilirliği Tartışmaları", Yıl 6 Sayı 11, 2007

Günsev Evcimen, Başkanlık Hükümet Sistemi: "Ratio Pollitica"sı ve Türkiye

Levent Gönenç, Hükümet Sistemi Tartışmalarında "Başkanlı Parlamenter Sistem" Seçeneği

Bülent Yücel, Yarı-Başkanlık Sisteminin Hükümet Modeli Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma: Fransa Modeli ve Komünizm Sonrası Polonya
.






16 Haziran 2011 Perşembe

15-16 HAZİRAN OLAYLARI NEYDİ?

1967 yılında, devletçi Türk-iş yerine, işçi sınıfını gerçekten temsil eden bir sendika konfedarasyonu kurma fikri meyvelerini verdi. Bilindiği gibi 1960ların ikinci yarısında Türk parlementer siyasetine TİP girmiş ve ilk defa AP-CHP ekseninin dışına çıkılarak, parlementoda sosyalist vekiller seslerini duyurmaya başlamıştı. Siyaset kazanında sosyalizm ciddi ciddi konuşulmaya başlanmıştı. Devrimci bir sendikaya ihtiyaç günbegün artıyordu. Sosyalizmin bu yükselişi ile birlikte üzerindeki baskı da artıyordu. Faşist AP yönetimi devletçi sendika aracılığıyla işçileri elinin altında tutmaya çalışıyordu. Aynı zamanda dünya konjonktüründe de sosyalizm hızlı bir yükseliş içindeydi. İşte DİSK böyle bir ortamda kuruldu.

"İşte 15-16 Haziran’ın önkoşulları bu çerçevede şekillendi. DİSK bir yükselişin ürünü olarak doğmuştu ve hemen ardından bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin nedeni haline geldi. Buna paralel olarak gelişen sol hareket de tabloyu tamamlayan ve tüm şekilsizliğine ve muğlaklığına rağmen yine de yükselen işçi hareketinin gittikçe siyasallaşmasını sağlayan faktör olarak şekillendi." (DOĞAN, 2002)

DİSK sınıf bilincinii desteklerken Türk-iş milli bilinci destekliyordu. İki sendikanın bu bakış açısı onların politikalarını da açıklamaya yetecek cinstendi. Türk-iş genel sekreteri "işçilere sınıf şuuru değil milli şuur yararlıdır" diyordu.

"Dünya işçi sınıfının bir parçası olarak Türkiye işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadelede, 15-16 Haziran direnişi, yarattığı sonuçlar itibariyle ve özellikle de birleşen işçilerin kendi güçlerini kavramaları bakımından önemli bir dönemeç noktası oluşturur. Bu direnişin ortaya koyduğu mücadelecilik ve başkaldırı ruhu, bugün de hâlâ aşılamamış bir eylem olarak tarihimizde iz bırakmıştır."  (DOĞAN, 2002)
Hemen hemen bütün dünyada işçi direnişlerinin motorgücünü maden işçileri oluşturmuştur. DİSK içindeki Maden-iş de "en ilerici sendikaydı." (ÇAVDAR, 2008: 163)

AP ve CHP içerisinde birçok Türk-iş kökenli milletvekili bulunuyordu. Bu milletvekilleri önderliğinde DİSK'in önünü kesecek bir yasa tasarısı gündeme geldi. 274 sayılı Sendikalar Yasası bunun için meclis gündemine geldi. Tasarının meclisten geçeceği belli olunca DİSK bir basın açıklaması yaptı ve uyarı ve eylem komiteleri oluşturdu.

 9 Haziran günü Genel Başkan Kemal Türkler, Başbakan Süleyman Demirel'e bir mektup gönderdi. Mektupta, sözkonusu tasarının Anayasa'ya ve Uluslararası Sözleşmelere aykırı olduğu, bu tasarı geçtiği takdirde fiili durum, işgal, oturma, direnme gibi eylemlere başvurulacağı bildirildi. (ÇAVDAR, 2008: 168-169)

Ankara'ya giden heyeti ise bir tek CHP genel sekreteri Bülent Ecevit kabul edip, desteklerini bildirmişse de Meclis'te yapılacak bir şey kalmadığını da eklemiştir. Sadece Senato'da  bu tasarıya karşı çıkacağını belirtmiştir. (ÇAVDAR, 2008: 169) Ne var ki tasarı Senato'dan da geçti.

14 Haziran günü DİSK'te bir toplantı alındı. "DİSK yönetimi, bir protesto mitingi yapmayı planlıyor ve fabrikalardaki işçilere DİSK’ten gelecek talimatları beklemelerini salık veriyordu. DİSK’in planına göre miting 17 Haziranda yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten istim üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara aktı." (DOĞAN, 2002) "İşçiler İstanbul'da yaptıkları gösterilerle her şeyi durdurdular." (AKŞİN,2009: 248) "Trafik işlemiyordu. İki yüz büyük işyerinden 100-150 bin işçi yürüyordu." (ÇAVDAR, 2008: 172)

Bu sırada hükümet bazı illerde sıkıyönetim ilan etti, Türk-iş olayları kınadığını belirten bir bildiri yayımladı. "Ordu tanklarıyla ve zırhlı araçlarıyla gösterilere müdahale etmek istediğinde de işçiler tankları ve barikatları aşıp geçtiler."  (SİNAN, 2008) İçlerinde sendika yöneticileri de olmak üzere birçok işçi gözaltına alındı.

Türkiye işçi sınıfının en etkin eylemlerinden biri olan 15-16 Haziran direnişi gösterdi ki, sağ partiler ve onların güdümündeki sendikalar, basın vb. kuruluşlar böyle bir masum gösteriye bile tahammul edememiştir. (ÇAVDAR, 2008: 174)

İki gün boyunca süren işçilerin eylemliği DİSK'in çağrısıyla sona erdi. (SİNAN, 2008) Bu eylemlerden birkaç sonuç çıkarılabilir.

İlk olarak, Türkiye'de işçi sınıfının "batılı anlamda" sınıf bilincine ulaştığının işaretleri verildi. Burjuvazinin gözü korktu ve tasarı yürürlüğe girmeden kaldırıldı.

İkinci olarak, Türk sosyalizminin TSK ile kol kola yürüyemeyeceği görüldü. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Turhan ve İlhan Selçuk gibi solcular, Ordu destekli bir devrimin savunuculuğunu yapıyordu.
Son olarak ise DİSK işçi sınıfı arasında varlığını pekiştirdi, varlıkları günümüze kadar sürdü. İlk defa TİP ve DİSK arasındaki gayri organik bağ ile işçi sınıfı gerçek anlamda siyasete katıldı.

KAYNAKLAR:

Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi 1950'den Günümüze, İmge Kitabevi, 2008
Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi, İmaj Yayınevi, 2009, Ankara 
Özgür Doğan, 15-16 Haziran Genel Direnişi, 5 Haziran 2002, http://www.marksist.com/Bellek/15-16.htm
Mehmet Sinan, "Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar X", Emperyalizmin ve Yerli Finans Oligarşisinin Hegemonyası Altında Gelişen Siyassal Süreç, 2008

Ayrıca Sırrı Öztürk'ün "İşçi Sınıfı, Sendikalar ve l5/16 Haziran" kitabı genel kaynak niteliğindedir.